“Kimin yaşamı yaşam sayılır ve hangi ölünün yası tutulur? Bir yaşamı yası tutulabilir kılan nedir?”
Judith Butler

Yas, çoğu zaman bir kaybın ardından gelir; ancak her kayıp ölüm değildir.
Bazı yitirişler sessizdir. Görülmediğinde, duyulmadığında, önemsenmediğinde yaşanır.
Ve tam da bu nedenle, daha derin ve daha geç fark edilir.
Görülmemişlik, özellikle çocukluk ve ergenlik dönemlerinde yaşandığında, bireyin kendisiyle ilgili algısını sarsar.
Varlığını hissettirebilmek için çabalayan çocuk, anlaşılmadığında zamanla kendisinden kuşku duymaya başlar.
Ne kadar duyarlıysa, o kadar görünmezleşebilir.
Ne kadar güçlü duruyorsa, o kadar ihmal edilebilir.
Ne kadar zeki ve işlevselse, içindeki kırılganlığın fark edilmesi o kadar zorlaşır.
Yıllar içinde bu durum, bir çeşit yokluk hissine dönüşür.
Ama bu yokluk bir boşluk değil; aksine, içinde bastırılmış öfkeyi, duyulamamış acıyı, tutulamamış yasları barındırır.
Duyulmamanın yasını tutmak, çoğu zaman başkalarının anlamakta zorlandığı bir süreçtir.
Çünkü ortada somut bir kayıp yoktur ama kişinin ruhsal tarihinde, yitip gitmiş çok şey vardır:
Sarılmamış duygular, görülmemiş emekler, onaylanmamış arzular…
Bu yasın ifadesi bazen gözyaşlarıyla değil, öfkeyle ya da içe çekilmeyle belirir.
Çünkü yas sadece hüzün değil, çoğu zaman itirazdır da.
“Ben de vardım. Benim de acım, sevdam, sözüm vardı.” diyebilmenin geç ve derin biçimidir.
Psikanalitik süreçte yas, sadece geçmişle yüzleşmek değil gelecekteki ilişkilerde ve benlik deneyiminde bir dönüşüm kapısıdır.
Zira tutulmamış bir yas, zamanla iç dünyayı donuklaştırabilir.
Ama yas tutulduğunda o donukluk çözülmeye başlar.
Ve insan, kendi kendisinin tanığı oldukça, yavaş yavaş yeniden var olmanın yollarını keşfetmeye başlayabilir.