
KUŞAKLARARASI BAKIM
Bazı ailelerde bebekler hayata henüz “merhaba” demişken biyolojik annelerinden uzak bir şekilde büyümeye başlıyor. Bunun nedeni, annenin çeşitli sebeplerle bebeğiyle sürekli bir arada olamaması ve ortaya çıkan bakım ihtiyacının büyükanneye (anneanne veya babaanneye) devredilmesidir. Bu “emanet edilme“ süreci bazen doğumdan hemen sonra gerçekleşirken, bazen bebek birkaç aylık olduğunda devreye girer. Sonuç olarak, bebek yaşamının en kırılgan ve hassas döneminde biyolojik annesiyle kesintisiz bir bağ kurma fırsatı olmadan büyükanne tarafından yetiştirilir.
Beslenme, uyku düzeni, alt değiştirme gibi günlük ihtiyaçlar büyükanne tarafından karşılanırken, biyolojik anne çoğu zaman ikinci planda kalır. Bebek için annelik figürleri böylece farklı roller üstlenmeye başlar. Bu durum, anne ve bebek arasında oluşması beklenen duygusal sürekliliği sekteye uğratır.
Annenin yerine geçen büyükanne, bebek için ağlamalarını yatıştıran, ihtiyaçlarına yanıt veren ve göz teması kurarak güvence sunan biri haline gelir. Böylece güvenlik hissi ve düzen algısı büyükannenin varlığıyla şekillenmeye başlar. Biyolojik anne ise yalnızca kısa ziyaretlerle bebeğin hayatında var olur. Bu kesintili etkileşimler bebeğin zihninde annenin kalıcı bir temsilini oluşturmak için yeterli değildir. Anne, bebeğin gözünde bir nevi “ziyaretçi“ hâline gelir. Varlığı mutluluk getiren fakat çok geçmeden kaybolan birine dönüşür.
Emanet edilme deneyimi, bebeğin erken dönemdeki ruhsal gelişiminde önemli değişimlere yol açar. Bakım hiyerarşisinin tersyüz olması, bebeğin güvenliği için (normalde annesine bağlanması beklenirken) büyükannesine bağlanmasına neden olur. Anne, özlenen ancak sürekliliği olmayan biri olarak zihinde yer edinirken, büyükannenin rolü daha somut ve pratik ama duygusal açıdan sınırlı bir konuma taşınır. Sonuç olarak, çocuk zihninde iki ayrı temsil geliştirmeye başlar. Eksiksiz bakım sağlayan ancak “asıl anne” olmayan büyükanne ile biyolojik bağın sembolü olan ama ulaşılması güç anne.
Bu bakım devri bazı ailelerde bireysel bir durum olmaktan çıkar ve kuşaklar boyunca tekrar eden bir döngü hâline gelebilir. Adeta bir aile geleneği gibi, annenin rolü büyükannelere aktarılır ve yeni doğan bebekler biyolojik anneler yerine önceki kuşak kadınlar tarafından yetiştirilir. Bu döngüde annenin kendi bebeklik döneminde annesinden göremediği bakım, kendi çocuğu için de eksik kalır. Bu boşluk ise büyükannenin müdahalesiyle doldurulur. Böylece annelik, birebir yaşanan bir deneyim olmaktan çıkar ve devredilen bir işlev haline gelir. Bu dinamikler, annenin farkında olmadan kendi geçmişindeki bağlanma eksikliklerini yeniden sahnelediğini gösterir.
Kendi annesiyle düzenli kuramadığı ilk bağı bilinçsizce çocuk üzerinden tekrar eden anne, çocuğu yalnızca kendisiyle değil, aynı zamanda büyükanneyle de ilişki kurmaya zorlar. Çocuğun ruhsal dünyası böylece iki kuşağın tamamlanmamış bağlanma hikâyelerinin taşıyıcısı olur ve bu durum çocuğun annesiyle tutarlı bir bağ kurmasını daha da zorlaştırır. Anne geçici ve inişli çıkışlı bir figür olarak algılanırken, büyükannenin varlığı istikrarlı ama sınırlı bir yer tutar. Çocuk, annenin yanında süreklilik sağlayabilmek amacıyla çaba göstermeye başlar. ilişkiyi sürdürebilmek adına annenin memnuniyetini sağlamaya çalışır ve yetişkin sorumluluklarını üstlenir. Normalde yetişkinin yüklenmesi gereken ilişkinin taşıyıcısı çocuk olurken kuşaklar arasındaki sınırlar bulanıklaşır.
Anne geri planda kalırken büyükanne günlük yaşamın düzenleyicisi hâline gelir. Bu karmaşık yapı çocuğun kimlik gelişimine gölge düşürür. Çünkü bu aile yapısında, çocuğun “otorite kim?” sorusuna yanıt ararken üst kuşaklara yönelmesi neredeyse kaçınılmazdır. Çoğu zaman kararların kaynağı büyükannede, özlem ise annede yoğunlaşır (ulaşılamayan uzak bir diyar gibi). Ancak bu parçalı yapı annenin konumunu sarsar. Kimi zaman anne bir abla gibi görülür, kimi zaman bir arkadaş. Böyle bir ortamda çocuğun zihninde sürekli ve bütünlüklü bir anne figürü oluşturmak epey güçleşir.
Bu durumun tek sebebi bireysel ya da aile içi dinamikler değildir. Zorlayıcı politik şartlar da bu döngüyü başlatabilir. Zorunlu göç, sürgün veya ülkeyi terk etme gibi stresli süreçlerle karşı karşıya kalan ailelerde bebek genellikle geride bırakılarak büyükannesine emanet edilir. Politik şiddetin ve belirsizliğin ortasında anne-babalar hayatta kalma stratejilerini önceliklendirirken, çocukla bağ kurma süreci ertelenir. Bu erteleme, annenin çocuğun zihnindeki imgesini daha da kırılgan hale getirir. Böylece anne artık sadece özlenen değil, aynı zamanda hiçbir zaman “ulaşılamayacak” birine dönüşür. Bu bireysel bağlanma karmaşası, politik travmanın ağır izleriyle birleşerek kuşaklar boyu etkilerini sürdüren daha derin bir soruna zemin hazırlar.
Bazen de sosyo-ekonomik zorluklar bu tabloyu zorunlu kılar. Ekonomik sıkıntılar, güvencesiz iş koşulları veya şehir dışında çalışmayı gerektiren zorunluluklar, anneleri doğrudan gündelik bakımın dışına iter. Bu nedenle çocukların büyükannelere bırakılması yalnızca bir tercih değil, çoğu zaman ekonomik zorunlulukların getirdiği bir çözüm halini alır. Bu düzen de annelik rolünü arka plana iter. Anne akşam eve döndüğünde bitkin ve tükenmiş olurken duygusal paylaşımlar yerini sessizliğe ve mesafeye bırakır. Böylece çocuk, annesinin sürekli varlığını daha çok ekonomik kaygıların gölgesinde deneyimler.
Kültürel faktörler de söz konusu devri başlatıcı unsurlardan biridir. Kadınların erken yaşta evlendirilmesi, genç yaşta annelik yapmaya zorlanmaları ve çocuk gelinlik gibi pratikler, kadının anneliği tam anlamıyla deneyimleme kapasitesini sınırlar. Henüz kendi kimliğini oturtamamış bir kadının çocuğuyla istikrarlı bir bağ kurması elbette zorlaşır. Bu durumda annelik olgunlaşmış bir süreçten ziyade aile içinde devredilen, adeta otomatik bir rol haline gelir. Büyükannenin otorite olarak öne çıktığı bu düzen ise kültürel normlar üzerinden meşrulaştırılır. Çocuğun gözünde anne bağımsız bir birey olmaktan çıkar, büyükannenin gölgesinde duran ikincil birine dönüşür.
Anneliğin toplumsal normlar, ekonomik koşullar ve politik zorluklarla nasıl şekillendiğini göz ardı etmek mümkün değildir. Ama asıl soru şu: bebekliğinde “yersizleşmiş” bu erişkinlerin karmaşadan çıkıp daha tutarlı ve sevgiden beslenen bağları geliştirme imkanları neler olabilir?
