
Özgül öğrenme güçlüğü; dil, konuşma, okuma, yazma ve aritmetik gibi bilişsel işlevlerde, kişinin genel entelektüel kapasitesine uyumsuz biçimde ortaya çıkan kalıcı performans düşüklüğü olarak tanımlanır. Tanı genellikle nöropsikolojik testlerle konur ancak bu tür öğrenme zorluklarının sadece nörogelişimsel bozukluk olarak ele alınması, özellikle bazı klinik gözlemler bakımından yetersiz kalmaktadır. Zira tanı grubunda yer alan çocuklarda dikkat sorunları, motivasyon yokluğu ve akademik yetersizlik dışında sembolik materyalle, özellikle söz, sözcük ve grafik işaretleriyle ilişki kurmakta genel bir zorlanma dikkat çekmektedir. Bu noktada psikanalitik kuramın düşüncenin oluşumuna dair kavramsal çerçevesi, zorlanma alanlarını anlamlandırmak açısından önemli katkılar sunmaktadır.
Freud’un klasik modelinde zihinsel temsil, şey tasarımı ve sözcük tasarımı olmak üzere iki düzeyde işler. Şey tasarımı kavramı, dış dünyadan gelen algısal ve duyusal yaşantıların zihinsel izlerini ifade etmektedir. Nesnelerin görüntüsü, seslerin tonu, bedende hissedilen gerginlik gibi doğrudan deneyimsel içerikler şey tasarımı olarak bu temsil edilmektedir. Sözcük tasarımı ise bu yaşantılara dilsel ve simgesel karşılık kazandıran üst düzey temsildir. Freud, bilinçdışının temel olarak şey tasarımlarından oluştuğunu ancak bu temsillerin sözcük tasarımlarıyla eşleşmediği sürece bilinç düzeyine erişemeyeceğini belirtir. Düşüncenin, ancak şey tasarımının sözcük tasarımıyla bağ kurmasıyla mümkün olduğunu ileri sürer. Bu bağ kurulamadığında yaşantılar zihinsel olarak düzenlenemez ve ruhsal aygıt içerisinde işlenememiş, yabancı ve dışlanmış bir malzeme gibi kalır. Bu tür temsiller çocukta yalnızca ruhsal boşluk yaratmakla kalmaz, aynı zamanda doğrudan bedensel düzeyde huzursuzluk, kasılma, sıkılma, yerinde duramama gibi belirtilerle dışa vurulur. Harflerin şekli, kelimenin sesi, yazının ritmi çocuğun zihninde temsil edilmekten çok sinir sisteminde taşınması güç bir uyarana dönüşür. Böylece öğrenme ortamında dikkatini toplamakta zorlanan çocuk, çoğu zaman dışsal olarak ilgisiz ve isteksiz gibi görünse de, gerçekte zihinsel temsili kurulamamış duygusal yüklerle baş etmeye çalışmaktadır.
Freudyen açıdan değerlendirildiğinde, özgül öğrenme güçlüğü yaşayan çocuklarda gözlemlenen direnç, çoğu zaman şey tasarımının sözcük tasarımına bağlanamamasıyla ilgilidir. Harfleri görmek, seslendirmek, metni takip etmek, sözcükleri uygun şekilde telaffuz etmek (sesletmek) temsiller arası eşleşmenin gerçekleşmesini gerektirmektedir. Bu eşleşme mümkün olmadığında yalnızca görünürde olması beklenen öğrenme yavaşlamaz, bizzat sözcükle temasın kendisi çocuk için tehdit edici ve sıkıntı verici bir deneyime dönüşür. Çünkü çocuk sadece öğrenmekle değil öğrenmeye eşlik eden bedensel ve duygusal gerilimi tolere edebilmekle de meşguldür.
Yol gösterici olabilecek bir diğer kuramcı olan Wilfred Bion, Freud’un temsil kavramsallaştırmalarına kendi düşünce gelişimi modelini ekleyerek çerçeveyi genişletmiştir. Ona göre bebeklikten itibaren birey, çeşitli duyusal ve duygusal uyarımlara maruz kalır. Bu uyarımlar bazen bebeğin içinden bazen de çevreden gelmektedir. Karnının acıkması, gazının olması, altının kirli olması, bir yerinin ağrıması, içinde bulunduğu ortamın sıcak/soğuk oluşu, erişkinin bebeği tutuşu gibi uyarımlardır ve her biri duyusal düzeyde işlenerek duygusal yaşantıların temelini oluşturmaktadır. Ancak başlangıçta ham halde olan bu yaşantılar doğrudan düşünceye dönüşememektedirler.
Bion, bu düşünceye dönüşmesi mümkün olmayan ham haldeki yaşantıları beta elementler olarak adlandırmıştır. Bu elementlerin ancak zihinsel bir işlev olan alfa işlevi ile dönüştürülerek düşünce malzemesi halini alabileceğini keşfetmiştir. Bu işlevin gelişimi, bireyin ilk ilişkisel çevresindeki duygusal kapsanma süreçleriyle ilişkilidir. Yani bakım verenin bebeğin yaşantılarını anlamlandırabilen ve zihinsel olarak taşıyabilen bir kapasite göstermesi, çocuğun kendi içsel alfa işlevini kurmasına zemin hazırlamaktadır. Örneğin; bebeğin huzursuzluk içinde geçirdiği uykusuz gecelerde bakım veren (anne/baba…) bebeğiyle meşgul olmakta, bedensel ihtiyaçlarını yoklamakta, onu yatıştırmaya, neşelendirmeye çalışmaktadır. Bebeğinin neden bu kadar huzursuz olduğunu anlamaya ve gidermeye çalışmaktadır. Kolik bir bebekte ise bebeği yatıştırmak söylediğim kadar mümkün olmamaktadır. Annenin yorgun, hüzünlü, gergin oluşu da yine söylediğim kadar kolay ve mümkün olmayan durumlara bir diğer örnektir. Birçok öznel yaşantı ve bebeğin kırılgan olarak dünyaya gelişi gibi çeşitli nedenlerle alfa işlevi yeterince gelişemediğinde, çocuğun zihni beta elementleri dönüştürmekte zorlanır. Bu durum özellikle harf, yazı, sözcük gibi sembolik düzlemle kurulan ilişkide açık biçimde gözlemlenebilir. Harf, yalnızca bir sembol olarak değil işlenmemiş bir uyaran gibi yaşanır, organizmaya yük getiren uyaranlar halinde karşılaşmalar yaşanır.
Sonuç olarak, özgül öğrenme güçlüğünün yalnızca bilişsel kapasiteyle ilgili olmayıp gelişimsel ruhsal süreçlerin sonucu olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Özgül öğrenme güçlüğü tanı grubu içinde yer alan çocuk ve erişkinlerde, bilişsel ve pedagojik müdahalelerin ötesine geçilerek psikoterapötik desteğin sağlanması daha kapsamlı ve etkili klinik anlayışı sağlayacaktır.